31 Aralık 2007 Pazartesi

Pehlivan

Bu sözcüğün aslı Farsça olup “Pehlevan”dır. Pehlivan “güreşçi, yiğit ve bahadır” anlamına gelmektedir. “Pehlevan - ane” (Pehlivanlıkla = pehlivancasına = yiğitlikle =yiğitçesine) “Pehlivani” (pehlivanlık = güreşme = yiğitlik) ile ifade edilmektedir. XI (11). Asrın sonlarına kadar Türk dilinde olmayan pehlivan sözcüğü, İranlılarla savaş ve barış anındaki münasebetlerle Türklere geçmiştir. Önceleri sadece sıfat olarak kullanılan bu sözcük, sonradan özel isim olarak da kullanıldığı olmuştur.
Aslında mitolojiden genellikle uzak, sosyal yapı ve yaşayışı yansıtan Türk destanlarındaki “Alp” tipi, İran destanlarında “Pehlevan” olarak geçmektedir. Diğer yabancı destanlarda olduğu gibi İran destanlarının da mitolojik yönü çok ağır basmaktadır. Buna rağmen “Şahname”’de Turanlılardan (Türklerden) Peşeng, Efransiyab ve Ercasb hem hükümdar hem de pehlivan olarak sıkça geçer. Yine Şahname’de adı İranlıların efsane güreşçisi Rüstem’inki kadar çok geçen Turanlı (Türk) güreşçi Efransiyab; güçlü-kuvvetli ve kolay yenilmeyen bir yiğittir. İranlılara göre düşman pehlivanlarının en ünlüsü Efransiyab’tır. Diğer düşman saydıkları Arap, Rum vb… kavimlerin pehlivanları, İranlılara göre çok kolay yenilenleridir ve bunları fazlaca ciddiye almazlar.
Türk destanlarında ve gerçek hayatta eskiden ve günümüz Orta Asya Türk toplumlarında güreşte galip gelene “Baatır” (Bahtiyar - Kahraman) denir ve o gözle bakılırdı. Türk destanlarında pehlivan sözcüğü “alp” sıfatıyla geçmemektedir. Fakat, savaşlarda güreş (küreş) geçmektedir. Örneğin, iki düşman ordusu karşılaştığı zaman çoğunlukla iki tarafın alp’i veya savaşçısı güreşir, kim yenerse zafer o tarafın sayılır. Manas’ta Türk güreşçici Koşay Han’ın Çinli Coloy Han’la güreşip yenmesi gibi.
XII. Asırdan itibaren özellikle Selçuklularda pehlivan hem isim hem de sıfat olarak geçmeye başlar. Bunda önemli sebep de Tuğrul beyin resmi dil olarak Farsça’yı kabullenmesi de gösterilebilir. Selçuklu emiri Şemsettin İldeniz’in oğlunun adı “Nusret üd din Muhammed Pehlivan” idi. Konya Selçukluları döneminde şimdiki Niğde ilinin adı “Dar ül Pehlivaniye” olarak geçmektedir.
Daha sonraları Şecere-i Terakime/Türk’lerin Soy Kütüğü ve diğer eserlerde pehlivan adı ve sıfatının geçtiği görülebilmektedir.
Bilindiği gibi bugün Türkiye’de pehlivan sözcüğü güreşçi manasına gelmektedir. Hatta güreşçiler arasında “sen güreşçi olabilirsin ama pehlivan olamazsın” esprisi yaygındır. Bunu demekle pehlivanlığın çok iyi bir güreşçilik gerektirdiği ya da daha iyi meziyetlere sahip olunduğu vurgulanmaktadır.
Bugün Azerilerin “pahlavan”, Kazakların “baluvan” Kırgızların “balban”, Uygurların “palvan” dedikleri ve güreşçiyi, hatta iyi güreşçiyi kastettikleri anlaşılmaktadır. Aynı terimi güreşçi için kullandıkları gibi güreş içinde kullanmaktadırlar.
Orta Asya Türk halklarının ata sözleri ve deyimlerinde pehlivan sözcüğü sık sık geçmektedir. Örneğin, Kazaklar “palvağa on tersi birdey” (Pehlivana ters-doğru birdir); “Balvandıgtı al al biledi, mırzalıgtı mal biledi” (Pehlivanlık güçtendir, efendilik maldandır) vb artırılabilir. Türkmenler de buna benzer sözler sarf ederler. “Gaharını yuvdan-, palvan

Pehlivan

Bu sözcüğün aslı Farsça olup “Pehlevan”dır. Pehlivan “güreşçi, yiğit ve bahadır” anlamına gelmektedir. “Pehlevan - ane” (Pehlivanlıkla = pehlivancasına = yiğitlikle =yiğitçesine) “Pehlivani” (pehlivanlık = güreşme = yiğitlik) ile ifade edilmektedir. XI (11). Asrın sonlarına kadar Türk dilinde olmayan pehlivan sözcüğü, İranlılarla savaş ve barış anındaki münasebetlerle Türklere geçmiştir. Önceleri sadece sıfat olarak kullanılan bu sözcük, sonradan özel isim olarak da kullanıldığı olmuştur.
Aslında mitolojiden genellikle uzak, sosyal yapı ve yaşayışı yansıtan Türk destanlarındaki “Alp” tipi, İran destanlarında “Pehlevan” olarak geçmektedir. Diğer yabancı destanlarda olduğu gibi İran destanlarının da mitolojik yönü çok ağır basmaktadır. Buna rağmen “Şahname”’de Turanlılardan (Türklerden) Peşeng, Efransiyab ve Ercasb hem hükümdar hem de pehlivan olarak sıkça geçer. Yine Şahname’de adı İranlıların efsane güreşçisi Rüstem’inki kadar çok geçen Turanlı (Türk) güreşçi Efransiyab; güçlü-kuvvetli ve kolay yenilmeyen bir yiğittir. İranlılara göre düşman pehlivanlarının en ünlüsü Efransiyab’tır. Diğer düşman saydıkları Arap, Rum vb… kavimlerin pehlivanları, İranlılara göre çok kolay yenilenleridir ve bunları fazlaca ciddiye almazlar.
Türk destanlarında ve gerçek hayatta eskiden ve günümüz Orta Asya Türk toplumlarında güreşte galip gelene “Baatır” (Bahtiyar - Kahraman) denir ve o gözle bakılırdı. Türk destanlarında pehlivan sözcüğü “alp” sıfatıyla geçmemektedir. Fakat, savaşlarda güreş (küreş) geçmektedir. Örneğin, iki düşman ordusu karşılaştığı zaman çoğunlukla iki tarafın alp’i veya savaşçısı güreşir, kim yenerse zafer o tarafın sayılır. Manas’ta Türk güreşçici Koşay Han’ın Çinli Coloy Han’la güreşip yenmesi gibi.
XII. Asırdan itibaren özellikle Selçuklularda pehlivan hem isim hem de sıfat olarak geçmeye başlar. Bunda önemli sebep de Tuğrul beyin resmi dil olarak Farsça’yı kabullenmesi de gösterilebilir. Selçuklu emiri Şemsettin İldeniz’in oğlunun adı “Nusret üd din Muhammed Pehlivan” idi. Konya Selçukluları döneminde şimdiki Niğde ilinin adı “Dar ül Pehlivaniye” olarak geçmektedir.
Daha sonraları Şecere-i Terakime/Türk’lerin Soy Kütüğü ve diğer eserlerde pehlivan adı ve sıfatının geçtiği görülebilmektedir.
Bilindiği gibi bugün Türkiye’de pehlivan sözcüğü güreşçi manasına gelmektedir. Hatta güreşçiler arasında “sen güreşçi olabilirsin ama pehlivan olamazsın” esprisi yaygındır. Bunu demekle pehlivanlığın çok iyi bir güreşçilik gerektirdiği ya da daha iyi meziyetlere sahip olunduğu vurgulanmaktadır.
Bugün Azerilerin “pahlavan”, Kazakların “baluvan” Kırgızların “balban”, Uygurların “palvan” dedikleri ve güreşçiyi, hatta iyi güreşçiyi kastettikleri anlaşılmaktadır. Aynı terimi güreşçi için kullandıkları gibi güreş içinde kullanmaktadırlar.
Orta Asya Türk halklarının ata sözleri ve deyimlerinde pehlivan sözcüğü sık sık geçmektedir. Örneğin, Kazaklar “palvağa on tersi birdey” (Pehlivana ters-doğru birdir); “Balvandıgtı al al biledi, mırzalıgtı mal biledi” (Pehlivanlık güçtendir, efendilik maldandır) vb artırılabilir. Türkmenler de buna benzer sözler sarf ederler. “Gaharını yuvdan-, palvan

Karakuçak güreşleri

Tarihi güreşlerimizden olan karakucak güreşleri asırlardır hiç bir değişiklik yapılmadan özüne uygun yapılarak gelmiştir. Bazı araştırmacılara göre 10 asırdır yapılmaktadır.Karakucak güreşleri Çim zeminlerde, toprak alanlarda, harman yerlerinde yapılmaktadır. Diz kapağı altına kadar gelen PIRPIT denen bir giysi giyilerek yapılır. Ayaklar çıplaktır. Karakucak güreşi Türk’lerin öz ve milli güreşidir. Orta Asya’dan kaynaklanan bu güreşte günümüze kadar çok az küçük değişiklikler dışında aslına uygun olarak icra edilmektedir. Karakucak başka bir deyişle de serbest güreş Mancu’dan Yakut Türklerinden Moğolistan’dan Azerbaycan’dan Doğu ve Batı Türkistan’dan, Kazak ve Kırım Türk’lerine varıncaya kadar bilinen bir spordur. Oğuzlarda ve Eski Türk’lerdeki güreşin aynısı olan Karakucak güreş günümüzde daha çok yağlı güreşin olmadığı bölgelerimizde yapılmaktadır. Düğünler, Bayramlar, Festivaller, Kültürel şenliklerin en önemli organizasyonlarından birisidir. Karakucak güreşleri Davul zurna eşliğinde yapılır.
Karakucak güreşlerinde giyilen Kıspet ismi bazı yörelerde pırpıt diye adlandırılır. Bu tamamen yöresel isimlendirmeden kaynaklanmaktadır. Pırpıt genelde Kamyon branda çadır bezi, yelken bezinden yapılır. Kasnağa kesinlikle deri dikilmez. Ayrıca hiç bir bölgeye yağ sürülmesine müsaade edilmez. Karakucak Güreşleri 1925′lerden günümüze kadar Türk Güreşine gerçek manada büyük şampiyonlar kazandırmıştır.

YAĞLI GÜREŞ ARALIĞI

Şimdilerde Ağa seçiminde geleneksel kurallar işlememektedir.Artık para söz konusu olmuştur. Önceleri ise; yörede sözü geçen saygınlığı olan, hali vakti yerinde olan kişiler belirleni, seçilen adaylar iyi niyete ve karşılıklı anlayışa dayalı olarak aralarında bir kişiyi seçerler.Güreşlerin bitim günü bir kuzu arttırma ile satışa çıkarılır adaylar kısa bir attırma yaparlar ve kuzu daha önce belirlenen aday önüne bırakılır ve Ağa seçilmiş olur.
Ağa atarafından güreşe davet edilenler, Ağa’ya yardım olarak ya para ya da tavuk, kuzu, düve gibi mal yardımında bulunurlar.Ağa pehlivanları güreşe davet eder, yarışmaları düzenler, konukları ağırlar ve ödüller verirdi.
AĞALIK İLE MANİLER
Ağalık verme ile
Beylik kalma ile
Efendilik sülaleden gelir.
Ağa dediğin Ağcaz olmalı
Altına atacak döşeği,
Üstüne binecek eşeği
İki karısı, beş, on sarısı
İki karık bakla, beş, on arısı olmalı,
Kandilim ipi telden
Yağ elden, kafası kelden,
Avlusu çitten, itten köpekten
Ağa olmaz

YAĞLI GÜREŞ KAİDELERİ

Kırkpınar güreşleri tarihi taşıyan ne önemli bir spor dalı ve yarışmasıdır.
Şu bir gerçektir ki, yağlı güreşlerin yapıldığı ilk yıllarda bir süre söz konusu değildi ve kıran kırana güreşler saatlerce sürerdi.
Bu günkü güreşlerde, ufak tefek ayrılıklar görülürse de eskisinden pek farkı bulunmamaktadır.Ve eskisinin yaşatılmasına itina gösterilmektedir.
Kırkpınar güreşlerine gün geçtikçe artan ilgi nedeniyle katılan güreşçi sayısının artması karşısında bazı kaidelerin değiştirilmesi ve süre kıstlaması konulması bir zorunluluk haline gelmiştir.
Güreş yarışmaları Baş, Başaltı, Büyük-Orta,Küçük-Orta, Deste(Ayak)ve teşvik boyu kategori üzerindenyapılmakta olup,bunlayrıca pehlivan sayısının çokluğuna göre de Boy’lara ayrılmaktadır.Baş, Başaltı, Büyük Orta, Küçük Orta-Büyük Boy,Küçük Orta-Küçük Boy,Deste Büyük Boy,Deste Orta Boy, Deste Küçük Boy ve Tozkoparan gibi.
15 Mayıs 1991 yılında yayınlanan ‘Yağlı Güreş Yönetmeliği’ uyarınca güreşçiler kur’a ile eşleşirler.Teşvik Boyundan Büyük Orta Boyuna kadar olan (Büyük Orta Hariç) sıkletteki güreşçilerin yarışma süreleri yarım saat, Büyük Orta, Başaltı ve baş Boyu güreşlerinde ise bir saat olarak sınıflandırılmış olup bu süre sonunda yenişemeyenlere,meydan baş hakemi 10 dakika puan güreşi yaptırır, kule hakemleri sonucun belirlenmesine yardımcı olurlar.
Bir saatlik güreş sırasında pasif ve faullü güreşi nedeniyle üç ihtar alan güreşçi yenik ilan edilir. Üç ihtardan daha az ihtarlar, puan güreşinde dikkate alınır.
Yağlanan pehlivanlar tek sıralı saha kenarına yakın olarak dizilir, rakipleri ile el ele tutuşurlar, güreş duasını dinlerler ve peşreve başlarlar

Kırkpınar güreşi

Güreş, geleneksel Türk sporları içinde ön sıralarda yer alan ve yaşlı güreçilerle gelenekselliğini sürdüren birt spor türüdür. Kırkpınar güreşleri ile de bu geleneksellik devam etmekle ve devam ettirilmeye çalışılmaktadır. Edirne 'nin 1361 yılında fethinden önce, Anadolu 'da bulunan Osmanlılar, Orhan Gazi devrinde oğlu Süleyman Paşa Komutasında 1356-1357 yıllarında Rumeli 'ye geçerler. Burada yaptıkları akınlar sırasında savaş yapmadıkları ve mola verdikleri günlerde zamanlarını aralarynda çeşitli sporlar yaparak değerlendirirlerdi. Bir keresinde güreşe tutulan 40 yiğit içinden ikisi tutuştukları güreşi gece yarısına dek sürdürdükleri halde sonuçlandıramazlar ve ikisi de güreştikleri yerde can verirler. Arkadaşları bu iki yiğidi güreş yaptıkları yerde bulunan bir incir ağacının altına gömdükten sonra Edirne 'ye doğru akınlarına devam ederler. Edirne 'nin fethinden sonra Ahırköy Çayırlığına geldiklerinde, o incir ağacının civarında billur kaynaklı bir suyun Kırkpınar çayırlığına doğru aktığını görmüşler, bu nedenle de "Kırktı bunlar. Bu yakaya ilk ayak basanlardır bunlar" diyerek o yere Kırkpınar demişlerdir. I.Murat Edirne 'nin alınmasından sonra, Edirne 'de bir güreşçiler tekkesi kurmuş ve bundan böylede her sene güreş yapılması bir gelenek haline gelmiştir. Kırkpınar Edirne 'yi Ortaköy 'e bağlayan 35 km.lik yolun üzerinde, Simavina (Samona) ile Sarı Hızır Köyleri arasında bulunan ve Balkan savaşından sonra (1913) Yunanistan 'a bırakılan Nazif Ağa tarlası denilen Çimenlik bir yerin adıdır. Bu yerin bir tarafı Topçu Ali Ağa 'nın tarlası, bir tarafı çayırlık, bir tarafı Tikio 'lu (Totio 'lu) Recep Ağanın tarlası, bir tarafı Çilingiroğlu 'nun sebze bahçesi ve bir tarafıda Kırklar çeşmesidir. Bu Yiğitleri anmak ve güreş geleneğini sürdürmek için de güreşler 1923-1924 tarihlerinden itibaren Edirne 'nin "Sarayiçi" denilen yöresinde yapılmaya başlanmıştır.Türklerin çok sevilen "Yağlı Güreş" karşılaşmaları vardır. Bu tür güreşin temeli, dengedir. Pehlivanlar, İslami kurallara göre vücutlarını örten (göbeğin altından diz ka*pağının altına kadar) deriden yapılma "Kısbet" giyer, yağlanır, yenişinceye kadar güreşirler. Son yıllarda yağlı güreşe de bazı kurallar getirilmiş, zaman tahdidi konmuş ve puanlama girmiştir. Yağlı güreş kapışmaları sırasında davul-zuma savaş havaları çalmaktadır. Yağlıdaki mücadele müzikaldir. Hatay ve Kahramanmaraş çevrelerinde yapılan ve Judo'ya çok benzeyen "Aba güreşi" de Türklerin ayrıca kendilerine has güreş kapışmalarından biridir (45). Türkiye'de çok yaygın olan ve sevilen Yağlı Güreşin, Rumeli denilen Trakya ve Balkanlardan yayıldığı bilinmektedir. Yunanlılar tarafından eski Olimpiyat Oyunlarında güreşçilerin zeytin yağıyla yağlanarak yaptıkları güreşin, buradaki Türkler tarafından benimsenerek yayıldığı da bilinmektedir. Yağlı güreş daha çok muvazene güreşidir. Arapların da bu güreşi yaptıkları söylenmekte ise de, bu hususta tarihi bir ize rastlan*mamıştır (44). Yağlı güreşçilerin, pirlerini Hazreti Hamza olarak kabul etmelerinden başka Araplıkla bir ilgisi bulunmamaktadır. Rumeli Türkleri, eski Yunanlılara ait olan yağlı güreşi tamamiyle değiştirerek Türkleştirmişler ve Yunan ilahları için tertiplenen Olimpiyat Oyunlarının bu spor dalını, kendilerine has bir şekilde Müslümanlaştırmış-lardır. Yağlı Güreşte tören çok önemlidir. Güreşe başlamadan önce pehlivanlar soyunup deri kısbetlerini giydikten sonra yağ kazanının başına gelmekte ve Kıble'ye dönerek üç ihlas bir fatiha okuyup pirleri Hazreti Hamza'ya dua ettikten sonra cazgır tarafından seyircilere tanıtılmaktadır (44). Kırkpınar güreşleri, Türk'lerin Rumeli'ye ayak basmalarıyla başlamıştır. Orhan Gazi'nin büyük oğlu Süleyman Paşa (1316-1359) Rumeli Fatihi olarak anılan Osmanlı Başkomutanı idi ve Rumeli yakasına ilk ayak basan ve oralarda elde ettiği fetihlerle şanlanan bir askerdi ki; Kırkpınahn destanlara karışmış tarihinde Süleyman Paşa'an sözetmemek imkansızdır. Rumeli'de ilk defa Süleyman Paşa'nın komutasındaki Türk askerleri güreşmişlerdir. Kırkpınar Güreşleri'nde Edirne'nin fethi olan 1362 yılı esas alınmaktadır. 1349'larda Sırpların işgaline son vermek üzere Selanik'e doğru yol alan Türk askerleri, bir Hıdrellez günü Edime yakınlarındaki Ahir Köy'de konaklamışlardır. Pehlivanlık, Türklerde hem bir gelenek, hem de savaş hazırlıkları olduğundan, kırk yiğit, 1349 yılının Hıdrellezi'nde güreşe başlamışlardı. Güneş batarken kapışmalara son verilince, bu kırk yiğit de bulundukları yere düşerek son nefeslerini vermişlerdir. Şehit oldukları yere gömülmüşlerdir. Ertesi gün bir de bakmışlar ki, her yiğidin can verdiği yerde bir pınar fışkırmıştır. Bunun üzerine oraya (Kırkpınar) adı verilmiş ve her yıl Hıdrellez'de burada toplanarak güreşmek adeti yerleşmiştir. Kırkpınar'da yapılan güreşlerin ulviliği, burada son nefeslerini verinceye kadar güreşenlerin şehit düşerek unutulmazlar arasında yer almaları, dolayısıyla "Kırklar Pınarı" veya o yörede çok sayıda suyun akmakta olduğunu vurgulamak için aynı zamanda "Çeşme" anlamına gelen "Pınar" kelimesinin kullanılarak "Kırkpınar" olarak adlandırılmış olduğu söylen*mektedir. Her ne olursa olsun, Süleyman Paşa'nın komutasında Rumeli'ye ayak basan ilk Türkler arasında yer alan yiğitlerin, hiç bir şekilde anlaşmalı güreşe yanaş*madan, ölünceye kadar güçlerini denemeleri, birbirlerine denk bu yiğitlerin emsalsiz bir mücadeleden sonra son nefeslerini vermeleri, onları tarihe maletmiştir(46). Balkan Harbi'nden sonra Kırkpınar Osmanlı İmparatorluğu hudutları dışında kalması üzerine, bu güreşlere Edirne'nin SARAYİÇİ mevkiinde devam edilmiştir. Doksanüç Muharebesi adıyla anılan 1877 Rus harbinden sonra Ege Bölgesi'ne muhacir olarak gelen Rumeü Türkleri, yağlı güreşi Anadolu'ya getirmişlerdir (44). Edirne'nin Osmanlı Türkleri tarafından 1362 yılında fethinden günümüze kadar 632 kez yapıldığı söylenen KİRKPINAR GÜREŞLERİ'nde, başpehlivanlık kazanan*ların tamamının isimleri, yapılan bütün araştırmalara rağmen tesbit edilememiştir. Ancak II. Mahmut devrinden Balkan Harbine (1912) kadar isim yapan Başpehlivan olarak tesbit edilebilenler; II Mahmut devrinde Yozgatlı Kel Hasan ve Sultan Abdülaziz döneminde Kavasoğlu İbrahim (ki 1867 yılında Sultan Abdülaziz'le birlikte Avrupa'ya gitmiştir). Akkoyunlu Kazıkçı Karabekir, Şamdancıbaşı Kara İbrahim (Kara İbo namı ile tanınmaktadır.) Sultan İl Abdülhamit devrinde Kel Aliço (27 sene üst üste Kırkpınar Başpehlivanı olarak kırılması güç bir rekorun sahibi olmuştur) (44). Kara Süleyman (Sülo), Yörük Ali, Büyük Yaşar, Makarnacı Hüseyin, Koca Yusuf (Avrupa ve Amerika'da güreşler yapmıştır), Hergeleci İbrahim ile Adalı Halil ve Kurtdereli Mehmet pehlivanlar ki; bunlar da Avrupa'da güreşerek milletimizi alınlarının akıyla temsil etmişlerdir. Kara Mehmet, Çolak Molla Mümin, Kara Murat, Koca Rüstem, Geçkinli Yusuf, Kırkpınar'da Başpehlivan olmuşlardır

Güreş kuralları

Oyuncularına “pehlivan”denir. Türklerin millî sporu güreşte esas, karşı güreşçiyi tutup yere devirmek ve sırtını (iki omzunu) bastırmaktır.Bugün Türkiye'de başlıca üç tip güreş uygulanmaktadır. Serbest güreş , Greko-Romen güreş, Yağlı güreş.Serbest Güreş - Bu güreşe “Türk güreşi” “kuru güreş” de denmektedir. Bu güreşte iki sporcu, bütün vücutları ile güreşe katılırlar. Esas olan karşı güreşçiyi yere düşürüp ,güreş kurallarına göre yenmeyi sağlamaktadır. Türklerin, çok eski devirlerden beri uyguladıkları ve millî spor özelliğinde olan güreş çeşididir. Gerek millî karşılaşmalarda ,gerekse milletlerarası karşılaşmalarda, pehlivanların kilolarına göre sınıflanmalar yapılır (52 kilo, 62 kilo, 73 kilo, 79 kilo-87 kilodan yukarısı (ağırdır).Serbest güreşte dünya şampiyonluğunu, uzun yıllardan beri Türk Millî Takımı elinde tutmaktadır.Greko - Romen güreş - Bu güreşe “alafranga güreş” de denilmektedir. Bu güreşte belden aşağısı oyun sırasında tutulamaz ve ayaklarla bacaklar oyun almak için kullanılamaz. Bu güreşte esas yalnız kol kuvveti ve kolla uygulanacak oyunlarla, karşı pehlivanın sırtını yere getirmektir.Bu güreş özellikle İsveçliler tarafından canlandırılmış ve milletlerarası bir değere ulaştırılmıştır.Yağlı güreş - Bu güreşte pehlivanlar .güreşe başlamadan önce bütün vücutlarını zeytinyağı ile yağlarlar, serbest güreşte olduğu gibi birbirleriyle güreşirler.Güreş insanlığın toplu halde yaşamağa başladığı en eski zamandan beri, önem verilen başlıca sporlardan biri olmuştur. Güreş sporcunun, bugünkü anlamda ulaştığı evrimden uzak olmakla beraber, o zamanların güreş sporu, kendine has özellikleri ile dikkati çeken bir spor olagelmiştir. Bu arada, kabile devirlerinde güreşin kazandığı önem dikkatle incelenmeye değer. Bu devirlerde savaş tutuşan iki kabile çoklukla savaş durumuna gelmeden önce ,bu kabilelerden, kuvvetli olanlardan birer kişinin seçilmesinde iki taraf anlaşmaya varır, seçilen iki güreşçinin karşılaşması sonunda sonuca her iki taraf da razı olurdu. Böylece yenen ve yenilen taraflar güreşçilerin karşılıklı görüşmeleri ile meydana çıkmış olurdu.Güreşin ,kişisel bir spor olmasının yanında toplumsal bir önem kazanmasını gösteren bu durum, özellikle Türklerde kendini daha yakından belli eder. Tarihlerinin başlamasından itibaren Türkler .güreşi .kişisel kahramanlıkları göstermeye elverişli olan en iyi spor olması bakımından, millî bir spor durumuna getirmişler ve öyle sayılmışlardır. Öyle zamanlar olmuştur ki, güreşemeyen bir gencin, toplumda bir değeri var sayılmamıştır.Bu durum ,gerek Selçuk İmparatorluğu zamanında, gerekse Osmanlı İmparatorluğu zamanında her gün biraz daha artan bir değerle devam etmiştir.Osmanlığı İmparatorluğu zamanında yetişen bazı güreşçiler dünya çapında bir ün kazanmışlar, bütün dünyanın ünlü güreşçilerini, yıllarca yenilgiye uğratmışlardır.Cumhuriyet'in ilân edilmesinden sonra da, güreş, Türk millî sporu olmak özelliğinden bir şey kaybetmemiştir. Olimpiyatlarda ve çeşitli milletlerarası karşılaşmalarda alınan sonuçlar, bunun en belirli örnekleridir.